Details
Nothing to say, yet
Details
Nothing to say, yet
Comment
Nothing to say, yet
RedBot Kestim is a multidisciplinary personal development podcast channel. It covers various topics such as relationships, history, philosophy, and ethics. The host, Arda Tosun, introduces himself and discusses the concept of personal development. He explores the question of what makes someone an individual and emphasizes the importance of staying true to oneself. Arda shares some methods he uses to determine if someone is authentic, such as observing how they share stories and ideas. He also highlights the significance of self-awareness and the journey towards self-realization. The goal is to understand what it means to be human and to make decisions based on personal values and beliefs. Fedon Deniz'e girmeden, yılın, yaz için, dondurma şarkıları yapmaya başlamadan, Aftal Aşk dizileri yayınlanmadan artık RedBot Kestim'e başlıyorum. O öyle değil, başlıyor. E demiştim zaten başlıyorum diye. Bir daha demiş oldum. Başlıyorum. O öyle değil, başladı. Sahiden başladı. İlk program, ilk bölüm. Bende de çok tatlı bir ilk heyecanı var. Bu arada ben Arda Tosun. 30 yaşındayım. 29'da olabilir. 18 Temmuz 1994 doğumluyum. Lisans eğitimi, Muluslararası İlişkiler, Yüksek Lisans Eğitimi, Yönetim ve Organizasyon. Şimdilerde radyo ve televizyon programcılığı öğrencisi olarak okul hayatıma devam ediyorum. Tabii bunun dışında diksiyon eğitmenliği, tiyatro oyunculuğu ve yönetmenliği, vakit buldukça da yazarlık yapmaya çalışıyorum. Aynı zamanda kamu personeliyim. Peki bu kadar gereksiz bilgiden sonra gelelim o öyle değil'e. O öyle değil aslında multidisiplinel, didaktik olduğu kadar eleştirel, öznel yorumlar da içerisinde barındıran bir kişisel gelişim podcast kanalı diyebiliriz. Her ne kadar kişisel gelişim kavramı içerisini doldurmak için çok ayrı çabalar da istese, birçok disiplinle iç içe tutulsa da esasen insanın gördüğü, yaşadığı, maruz kaldığı, kursuna gittiği, dersini aldığı ne varsa zaten kişisel gelişim olarak adlandırılabilir. Bu kanalda da anlar, olaylar, ilişkiler, tarihi olaylar, bilgiler, felsefe, bilhassa varoluş felsefesi, ahlak felsefesi, etik felsefesi, toplum felsefesi ve dahi aklınıza daha ne geliyorsa fazlaca yer tutacak. Peki, kendi ve öteki? İnsan var olduğundan bu yana en büyük mücadelesini kendiyle veriyor. Kendine kendi diyebilme ya da kendine kendi dedirttirebilme uğrunda beyhude gayretler içinde kendini tanıma yoluna gidip gitmeme arasında bir yerlerde kalıyor. Kimi kimilerine göre kendini keşfediyor, kimi kimilerine göre kendini gerçekleştiriyor. Kimi ise kendini unutmuş, belki hiç bulamamış ya da hiç bulamayacak durumda. Kimilerinin deyişiyle kendini keşfetme yoluna gidenler aslında bence iki ayrı cümleyle sınanıyorlar. Ne biçim insansın yahu? Ya da ne güzel insansın? Bu iki soru arasında geçip gidiyor ömür. Ne biçim insan olup olmadığımız, ne kadar insan olup ne kadar olamadığımız bazen kendimizin, bazense toplumun bir sorunu haline gelebiliyor. Hatta yetmiyor, o toplumsal sorun küresel bir sorun haline dönüşebiliyor. Bunca insanın sorunu yalnızca bir kişinin sorunuyla başlayabiliyor. Bütün dünya ne biçim olduğu belli olmayan bir adamın eylemlerinin sonucunda kendilerine biçilen kaderi yaşıyor. Birçok örnek arasından, tarihten bir tanesini söylemek gerekirse Adolf Hitler. Bu noktada doğru insanı tanımlamak adına aslında birçok soruda sorulabilir. İyi mi? Kötü mü? İyi vicdanlı mı? Kötü vicdanlı mı? Ki bu iki sorunun altını çiziyorum ve bir parantez bırakıyorum. İleride daha detaylı konuşacağımız bir kavram. Vicdan kavramı. Hangi duygulardan yoksun, hangisinden değil, zeki mi, aptal mı, yüksek mi, Hristiyan mı, Müslüman mı gibi soruların ardı arkası kesilmiyor. İnsanı insan yapan tüm unsurların doğrusunun ne olduğu kendi içlerinde de tartışmalı. Dolayısıyla benim anlatacaklarım iyi olup olmamayı değil, sadece olup olmamayı ortaya koymak adına. Ortaya koymak bu noktada önem arz ediyor. Zira fikirlerinizi hemen teslim edemezsiniz. Hızlıca paketleyebilir, hemen kargolayabilirsiniz. Fakat bazen alıcı reddeder ve kargonuz size olduğu gibi yardım edilir. Bazense alıcıyı evde bile bulamazsınız. Bu yüzden ben de anlatacaklarımı ortaya koymayı en doğru seçenek olarak görüyorum. İnsanın ne kadar insan olup ne kadar olmadığına karar getirme durumu, elbette çok öznel de olsa, evrensel normlar, örfler, gelenekler, dinler ve bilim doğru bir insan postürü gösterebiliyor bize. Bu postür anlayışı iskelet yapısını tanımladığı kadar akıl, düşünce, tutum, davranış bütünlüğünü de ortaya koyuyor aslında. İskeletinizi eğitir, güçlendirirsiniz, dik durmayı öğrenmiş olursunuz. Öyle ki bu dik duruş söylemi iskeletinizi doğrulttuğunuz kadar ruhunuzu da doğrultmanız için öncelerden beri kulağınıza çalınmıştır. Dik durmanız beklenir, dik durmanız istenilir. Dik dur oğlum eğilme derler. İskeletinizde olduğu gibi fikirlerinizde de davranışlarınızın da eğilmemesi gerektiğini bilirsiniz. Eğer zaman içerisinde aklınız, düşünceleriniz, tutum ve davranışlarınızla bir bütün haline gelmeyi başarırsa postürünüz de posterinize dönüşür. Aslında poster benzetmesi öylesine bir benzetme değildir. Çünkü hayatın içindeki tüm gayretleriniz, eğledikleriniz, kendinizi tanıtmaya, anlatmaya, göstermeye yönelik şekillenir. Temel ihtiyaçlarınızı giderdikten sonra evvela bir eş bulmak için kendinizi tanıtmalısınız, göstermelisiniz. Sonra arkadaşlık kurmak için, sonra iş bulmak için diyerek sıradığınız ne varsa ömrünüzün sonuna kadar devam eder. Öyleyse ne demeli? Postürüme değil, posterime. İnsanı neyin insan yaptığına dair tartışmalar içerisinde belki de üzerinde en az durulan soruysa insanın neyin birey yaptığı sorusudur. Sen bir bireysin denildiğinde kişi birey olduğuna kanaat getirmiş olur mu? Yoksa kişi birey olduğunu kendine kanıtlamıştır fakat topluma bunu gösterme çabasında mıdır? Bunu anlamada ve yorumlamada kendinizce geliştirdiğiniz yöntemler muhakkak vardır. Ya da belki bir o ne diyor, o ne kadar bireysin testine girerek de bu soruya cevap veriyor olabilirsiniz, bilmiyorum. Benim kendimce kullandığım yöntemlerden birkaçını müsaadenizle sizle de paylaşayım. Çevrenizdeki insanların hikayelerine bakın. Sizle bir araya geldiklerinde size ne anlattıklarına bakın. Ayrım tam olarak burada başlıyor ve iki farklı insan görüyorsunuz. İlki size bir şey anlatırken, alıntı yaparak, referans göstererek, iletinin asıl sahiplerine haklarını teslim ederek hikayelerini anlatanlar. Diğeri ise sizinle bir şey paylaşacak olduğunda, bahse konu, düşünce, bilgi, fikir, projenin asıl sahibiymiş, sanki kendisininmiş gibi anlatanlar. Tam olarak böyle değil mi? Yani tam olarak öyle değil mi? Gelin biz ikincisiyle başlayalım. Güzel şeyleri, güzel insanları sona saklayalım. Tıpkı yemeğin güzelliğini sona sakladığımız gibi. Bu hikayeler, bilgiler, fikirler, projeler hiçbir zaman kendilerinin olmamıştır, olamamıştır. Dün, bir ay önce ya da bir zamanlar bir yerlerde bir başkasından, bir gazeteden, rafine kaldığı düşünülen bir köşe yazısından, bir şarkıdan ya da az bilinen bir kitaptan görülmüş, okunmuş olan bilgi, hikaye, şaka, fikirler ya da projelerdir bunlar. Bu kişiler bunlarla rast gelmiş, bunları beğenmiş ya da bunlardan etkilenmiştir. Öyle ki bu hikayelerde genelde kendine ait hikayesi olanlardan dinlenmiştir. Yani böylesine kimselerin benliğinin, inşasının bir şekilde tamamlanmadığını, birey olma yolunda, öz farkındalığa sahip olmadıklarını, bu farkındalığa sahip olmak için de hiç uyarılmadıklarını söylemek gayet mümkün. Buradaki uyarı, uyarılma hani bak seni uyarıyorum, öyle yapma, öyle saçma falan uyarısı değil. Ebeveynleri ya da herhangi bir öğretmen tarafından, mentor tarafından kendi olma yolunda bir sinyal almamış bu kimseler. Ve bunu dert edinememişler. Bir uyarılma durumu asla oluşmamış. Kısaca izah etmek gerekirse farkında olmama durumu aslında bu uyarılmama durumu. Daha önce de bahsettiğim gibi kimisi bu duruma kendini gerçekleştirmek diyor. Günümüz jurnalinde, hayatın herhangi bir yerinde, bu arada jurnal demişken bu kelimeyi de askerde daha da sindirmiş oldum. Jurnalist işte gazeteci, haber taşıyan kişiler falan. Jurnal, baktığım askerde kayıt defterlerinin üzerinde jurnal yazıyor. Bütün günlük olayların kaydedildiği deftere jurnal defteri deniyormuş. Akşam nöbetçi subay onu ertesi gün bir üstüne teslim ediyor. Bu da enteresan bir bilgi. Ben de bunu kullanmayı seviyorum günümüz jurnalinde. Akan giden hayatta olan bir kende. Hatta psikolojide yani hayatın birçok noktasında, birçok disiplin içerisinde, literatürde karşılığında olan bir kavram kendini gerçekleştirmek. Aslında bu duruma literatürden değil de biraz daha hayatın içinden bakacak olursak zamanında megastar Tarkan da sanırım bunu dert etmiş olacak ki başkası olma kendin ol böyle çok daha güzelsin. Gel bana sahici sahici ya da anca gidersin demiştir dinleyenlerine. Sesim çok iyi değil ama biraz mırıldansak böyle. Başkası olma kendin ol böyle çok daha güzelsin. En azından bilmeyenler için belki atatmış oluruz. Ya Tarkan da bu sorunu çözecek gücü ya da gereken eforu sarf edecek motivasyonu kendinde göremeyecek olmalı ki. Çok değil birkaç saniye sonra şarkının devamında ya da anca gidersin diye bitirmiş. Tarkan biraz kestirip atmış gibi görünüyor ama ben seni kendine olma yolunda büyütürüm, eğitirim, geliştiririm dememiş yani. Belki de megastar olduğu için hemen koy verme lüksü onda vardır ama. Ol ya da git demiş. Kendine ol ama git ya da git demiş. Sizde durum nedir? Bu soruyu sorduğum ilk anda ne hissettiniz çok merak ediyorum. Umarım bana bu duyguyu ulaştırırsınız. Aslında tam bu noktada pas size geliyor. Çünkü insanları farkında olsunlar diye uyarmayı mı seçeceksiniz sizde? Yoksa rahatsızlık duyup iletişimi kesecek misiniz? Kestirip atacak mısınız? Birazcık efor çaba isteyen insan tanıma motivasyonunuzun eşiğine bağlı bir durum sanırım. Ya da belki sizde onlara kendin ol herkes başkası zaten gibi şeyler söyleyeceksiniz bilmiyorum. Sahiden herkesin biraz bir başkası olduğuna dair hisler olur hep içimizde. Bir bakış, bir söz, bir davranış. Size aşina gelir. Bazen irite de olabilirsiniz. Bazen özlemiş de olabilirsiniz. Eski sevgilinizi hatırlatan davranışlar, sözler. Tanıdık gelir size. Ama çoğunlukla doğal olanı seversiniz. İlk kez gördüğünüze tutulursunuz. Bazen bir bina, bazen bir ağaç, bazen bir hayvan. İlkler ilk olduğunda özdür, kendidir. Benzersiz ve taklitsizdir. Sizin neyi seveceğiniz de yine kendi olmanızla sabitlenir aslında. Kendi olmaktır. Değerine ve değerlisine karar verebilmek. Kendi şuurudur, kendi bilincidir. Kendi değerine ve değerlisine sahip olmak. Olmaya çalışmak. Ve onu kaybetmemek için mücadele etmek. Başkasının değerine, değerlisine sahip olmaya çalışmak, başkalaşmak, ötekileşmektir. Başkasının yolunda ve başkasının yolunu gitmektir. Gittikçe kendinden ve hedefinden, menzilinden uzaklaşmaktır. Üstelik varışı, sonu olmayan bir yoldur bu yol. Bu sebeple yol değildir de esasında. Yolsuzluktur. Başkasının yolunu gidenler, başkasının değerlilerini, kendi değerlisi yapanlar, başkalarının hikayelerini, kendi hikayesi yapanlar, şöyle dursun. Gelelim ilk örnekteki, kendine kendi olduklarını çoktan ispat etmiş, diğer kendi olabilmişlere de saygıyı, itibarı, iade etmekten, bırakın kocunmayı zevk duyabilen, yeri geldiğinde bununla mutlu olabilenlere. Ne güzeller ya, iyi ki varlar valla. Onların hatırına dönüyor dünya sanırım. Onlar kendi hikayelerini zaten çoktan yaratmışlardır. Neyin kendisine ait, neyin olmadığına kanaat getirecek öz farkında da çoktan erişmişlerdir. Kendi hikayelerini çok sevdikleri ya da saygı duydukları kimselerin bilgileriyle, verileriyle, kaynaklarıyla donatmışlardır yani çoktan. Bilgiye erişmiş olanın çabasına hayran, aklı hür olanın düşüncelerine müpteladır onlar. Cümlelerini... Konay Cezayirli'nin çok sevdiği bir lafı vardır. Ya bunu ilk kez Eduardo Galeana'dan görmüşsünüzdür. İşte ne bileyim Jack London, Martin Eden'de der ki, çok şey söyler de. Ya da bir arkadaşımız, çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdan duymuşuzdur. Ya Pelin'in çok sevdiği bir lafı var diye söylersiniz. Karşı taraf Pelin'i tanımasa bile. Yani demem o ki, bilirler öz olanı, bilirler kişiye ait olanı. Kendileri de kendilerinin olanı bulup çıkarmaya meyillidirler. Yaratı ortaya koymak, tabii yaratmak Allah'a mahsustur ama içeriden gelen bir yaratıyla konuşmayı, bilgiyle konuşmayı, kendine ait olanla yaşamayı tercih ederler. İyi ki de öyle yaparlar. Kendilerini kainatın merkezinde görmezler. Kendi benlikleriyle tanışmış, yaşamaya alışmışlardır onlar. Bu insanların anlattığı hikayelerde başlarından geçen olayları ya da kendilerinin maruz kaldığı söylemleri, dedikoduları fazlasıyla da görmezsiniz. Olaylara, olanlara, bazı kimselerin söylediklerine, eğlediklerine gereğinden, haddinden fazla anlamlar yüklemeyi bırakmışlardır yani. Başlarından geçen olaylar, anlar, kavgalar, dövüşler günlük şeylerdir. Bunların hiçbirinin egzecere edilecek, paylaşıma değer görülecek bir sohbet konusu olmadığından emin olmuşlardır. Geçenlerde bir misafirim vardı, çok da sevdiğim bir insandır kendisi, kulakları çınlasın Kütahya'da yaşar. Ankara'ya beni ziyarete geldiğinde bir sohbet esnasında bana dedi ki seni neden çok seviyorum biliyor musun? Çünkü biz seninle futbol, siyaset ve kadın konuşmuyoruz. Bu yüzden bence iyi arkadaşız demişti. Şimdi de onu hatırladım. Yani ıvırla zıvırla uğraşmazlar. Öz olanı, doğal olanı, halis olanı, ait olanı önemserler. İnsana ait olanı. Saf düşünce severler, yorum severler, bilginin kendisini severler. Böyle bilgiyi de bir kere yakaladım hemen bırakmazlar, kaynağına inerler. Eğer bulamazlarsa bu durumdan şüphe duymayı, soru sormayı severler. Skeptizm bu noktada önemlidir ki ben de kendimi bir skeptisist olarak tanımlarım. Yani onlara uzatılan bir somun ekmeği hemen yemezler. Neden diye sorarlar. Durum aç veya tok olma durumu da değildir yani. Eylemin altında yatan sebepleri bulma durumudur. Uzatılan ekmeğin neden uzatıldığı, neden yumurta değil de ekmek uzatıldığı, bu ekmeğin hangi şartlarda üretildiği, Fenerbahçe'nin en son ne zaman şampiyon olduğu gibi sorulan birbirini kovalar. Kendi olmayı başarmış olanlar, kendilerine konulan adları, yakıştırılanları, lakapları da çok önemsemezler. Sanıyorum ben de uzun zamandır bu şüphecilikle ve bu salaklıkla yaşıyorum ve hakkımda ne söylendiğini de çok da fazla önemsemiyorum. Kimileri sorularımın arkasındaki sebebi anlamıyor olmama bağlıyor olabilir. Fakat ben öğrenirken aslında salak olmayı severim. Umarım değil, belki siz de öylesinizdir bilmiyorum. Benimle paylaşılan bir iletiye tamam demek için 89 tane soru sorabilirim mesela. Ya da en basitimden bir yemek tarifi dinlerken tavuğu marine ediyorsunuz ya da kekik abartmak için unu eriyerek kullanmalısınız gibi bir talimat görünce bile beynim onu hemen tamam olarak algılamaz. Beynin bilgiye ulaşmak için soru sorma refleksi geliştikten sonra evvela neden sorusu gelir. Marinasyon eti yumuşatır. Tamam o yüzden önemlidir. Un elendiğinde tanecikler küçülür. Aralarındaki boşluk azalmayış, racmi azalmayış olduğu için yukarı çıkması yani kabarması daha da kolaylaşır. Şimdi tamam ve anladım olarak kabul edilebilir. İlliyet bağı kurulmayan, nedensellik ilkesi göz ardı edilmiş hikayeler çoğunlukla anladım tamam olarak kalmaz. Sadece anladım olarak yarım kalır. Peki o anladım zaten kendi içinde de yarımdır ve tamamlanmamıştır, sesi kısıktır, içeride kalmış, boğazda düğümlenmiştir, ha gayret dudaklardan dışarı kendini atabilmiştir. Peki anladım tamam evresi bittiğinde hangi evre başlar? İş bu sefer soru sormaya gelir. Yani anlatıcı değil dinleyici olmaktan da ziyadesiyle keyif duyarlar insanlar. Kendi olmayı başarabilmiş olanlar. Onların iletişim becerileri doğuştan da gelebilir. Doğuştan gelmemişse de geliştirmek onlar için elzemdir, öncelerler. Dilimizdeki kullanımı yeni olan iletişim sözcüğü aslında burada bir araştırma yaptım ondan bahsetmem lazım. Latince kökenli Communication kelimesinin karşılığıdır. Sözlükte duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim, haberleşme ve komünikasyon diye geçer. Çeşitli tanımların ortak yanları dikkate alındığında katılanların bilgi, sembol üreterek birbirlerine ilettikleri ve bu iletileri anlamaya, yorumlamaya çalıştıkları bir süreç olarak ifade edilir. Böyle iki veya daha fazla kişi arasında bir anlam oluşturma sürecine insanlar iletişim derlermiş. İletişime öncelemede uyarıldığım anlardan biriyle ben de bir katkıda bulunayım buraya. Yıl 2017 ben ehliyet almaya karar vermiştim Ankara'da bir tanıdık vesilesiyle. Ant1 isimli bir sürücü kursuna kaydolmuştum. Belki bilenler vardır Ankara'da, Kızılay'da bir sürücü kursu. Bir yandan da çalışıyordum o dönemde. Dolayısıyla teorik derslerine çok da fazla katılamıyordum. Yazılı sınavı geçtikten sonra direksiyon derslerine sıra gelmişti. Çok da fazla araba sürme tecrübem olmadığı için ilk sürüş dersine giderken böyle aile endişeli ve tedirgindim. Ankara'da ehliyet alanlardan bilenler vardır İncek Parkuru'nda. Bunun için ilk gün arabanın yanına gittim. 2010 model bir Hyundai i20 beni bekliyordu orada. Beyefendi elinde 5 litrelik bidonlardan kesilmiş kaplara bagajından ekmek ve süt dolduruyordu. Sonra bu kapları hemen yakındaki ağacın önünde bekleyen köpeklerin önüne bıraktı. Kendisinin ismi de Halis'ti. Hocanın ismi Halis'ti. Direksiyon dersime başlamak üzere Halis Hoca ile birlikte araca oturduk. Birlikte 4 direksiyon dersi yapacaktık. İlk merhaba oldukça diyafram dolu bir merhaba idi. Ses tamamıyla pes frekanslarda. Neredeyse sıfır hatalı. Artikülasyon konusunda oldukça başarılı bir telaffuz vardı. Kendini dinlettireceği daha koltuğa oturduğumuz anda belliydi. Kendini dinlettirmek için muhatabınızın ille Nobel ödülü almış olmasına ihtiyaç duymuyorsunuz. Bu kararlı ses sonu dahi fazlasıyla yeterli olabiliyor. Halis Hoca kalkış için böyle gerekli direktifleri ve uyarıları benimle paylaştıktan sonra sürüş başladı. İlk gün arabayı tanıma, kuralları öğrenme ve birbirimizi tanıma üzerine geçip gitti. Asıl tanışma ve iletişim diğer derslerde başladı. Halis Hoca ya ayağının altında duran frene ve gaza ya da bana fazlasıyla güveniyor olacak ki ikinci dersten sonra arabaya ve trafik kurallarına dair hiçbir şey konuşmamaya, anlatmamaya başladı. Kısaca sen sür bakalım demişti aslında bana. İşte sonrasında insana ve kendi olan insana dair sohbetlerimiz başlamıştı onunla. Bazen kendi hikayelerinden böyle analojiler kullanarak, bazen edindiği bilgileri işte böyle hikayeleştirerek benimle paylaşıyordu. Yani onun açısından hiçbir sorun yoktu ama ben anlattıklarına odaklanıp kafamı sağ tarafa çevirip dalıp gidersem şarampoyla yuvarlanacaktık diye tedirgin de oluyordu. Aynı gün bana, hiç unutmuyorum Arda, bu sohbeti araba sürerken değil, çay içerken yapıyor olsaydık sen de eminim daha fazla bir şeyler anlatıyor olurdun. Koltuk değiştiğinde anlatıcının eli güçleniyor değil mi? Demişti. Buraya bir es bırakayım, böyle biraz sindirelim burayı. Ben araba kullanmakla, öğrenmekle meşgulken dinlemeye mecburdum o şoför koltuğunda. Yani aslında bana şunu diyordu, oturduğunuz koltuk, oturduğun koltuk bazen ne kadar dinleyici, ne kadar anlatıcı olabileceğine hükmedebiliyor. Bana birçok koltuk sahibini hatırlatıyor aslında bu hikaye. Burayı da birazcık es bırakayım, siz de düşünün o koltuk sahiplerini. Yani aslında sırf poposu oraya temas ediyor olduğu için saatlerce dinlemek zorunda kaldığımız o anlatıcılar var ya makam sahipleri, değeri yalnızca tayin ve atama yoluyla belirlenmiş olanlar. Neyse, Halis Hoca bana o gün iletişimin, bildirişimin dört ayaklı bir süreç olduğunu söylemişti. Etkin dinleme, anlama, yorumlama ve uygulama. Aslında çok aşinayız, işte gerçekten dinliyor musun yoksa konuşmak için sıranın gelmesini mi bekliyorsun? Sözü hepimizin duyduğu da bir söz esasen. Bu birinci aşamayı tanımlıyor. Anlamaksa iletinin tüm parçalarını bir bütün halinde özümseme, sindirme durumu. İkinci aşama oluyor bu da. Yorumlama, kendi olmayı başaranların, öz fikir ve düşünce üretebilmişlerin bencesi, eleştirisi oluyor. Bu döngü sindirim sisteminde öğütülüp fikre dönüştükten sonra uygulamaya ve nihayetinde edinimlere, tecrübelere dönüşüyor. Yani kısaca yapma haline dönüşüyor. Bugünlerde bu durumu birçok proje eğitimlerinde kol döngüsü ve deneyimsel öğrenmeyle beraber düşünmeye başladım aslında. Yani kısacası literatürde karşılığı olan, disiplin olarak karşılığı olan bir durumu Halis Hoca bana o zamanlar bu şekilde anlatmıştı, bir döngüden bahsetmişti. Ne garip, kişisel gelişinme katkı da bulunmuştu diyelim, hadi bir de öyle bir atıfta uzunalım. Hayatın her yeri öğrenme alanıdır. Neyse, dersler sona erdi. Her ders günü park alanındaki köpeklere mamalarını veren, hepsine isim takmış, onlara evladı gibi bakan Halis Hoca'nın aşk hayatından kaçamaklarına, evliliğine ve dahi acı tatlı hikayelerine tanıklık etmiş, araba kullanmayı da eh be öğrenebilmiştim. Bu sohbetlerde çok fazla konuşmuyor olsam da can kulağıyla hepsini dikkatle dinlemiştim. Belki güleceksiniz ama iki kere Parallel Park'tan kaldım. Ehliyetimi üçüncü seferde aldım. Ama olsun Halis Hoca'yı dinlemiş, ondan araba kullanmak dışında çok şey öğrenmiştim. Vallahi çok şey öğrenmiştim. Instagram üzerinden sınavı geçtiğim gün çekilen fotoğrafı birkaç yıl sonra merak edip tekrar bakmak için girdiğimde 2020 yılında Halis Hoca'nın kalp krizi geçirerek vefat ettiğini öğrendim. Haberi erken almış olmayı ve cenazesine gitmeyi de dilerdim açıkçası. Kendisi benim için direksiyon hocasından fazlasıydı. Bir iletişim, bildirişim profesörüydü belki de. Ben adını öyle koydum. Böyle bir ad koydum. Mekanı cennet olsun. Kendi olmayı başarmış, başarma yolunda gayretlerine muktedir olanlar da bu gibi hikayeler eminim çokça vardır, eminim. Bu hikayelerin, bilgilerin ya da okumaların bir getirisi olarak farkındalığınız artıyor. Artık etrafınızdaki insanlarda da bunları aramaya başlıyorsunuz. Sohbetlilerinizi bu kişilerle denk getirmeye çalışıyorsunuz. Dolayısıyla bu kişiler çevrelerinde kendi olmayı başarmış olanla olmayanı da iyi ayırt ediyor hale geliyorlar. Ve dedektörleri sürekli aktif hale geliyor. Ama başaramamış olanların hepsi sürekli an be an başlarından geçen olayları, anları, kavgaları. O ne dedi, bu bunu dedi, o bana şunu yaptı, bu bana bunu yaptı. Gel seninle kahve storüsü atalım, komşunun kızını konuşalım, oğlunu konuşalım. Akşam eve geç gelmiş, sabah erken gitmiş. Şöyle giyilmiş, böyle giyilmiş hikayelerini anlatmaya devam ediyorlar. Geçiniz efendim bunları ya, geçiniz. Drama queenler sizi. Kişi kendi olma yolunda aç olmalı, aç. Karnını bunlarla doyurmamalı. Açlık dediğin kavgaya, kaosa, tartışmaya, delikoduya, toplum baskısına, ıvır zıvıra değil, bilgiye, öğrenmeye olmalı. Birazcık sinirlenmiş olabilirim. Eğer öyleyse zaten açlık hiçbir zaman dinmez. Asla da doymazsınız. Ama tabii drama queenliği sevenler için söylüyorum. Bazen bunu duyduğunuzda gülüyorsunuz, bazen bununla övünüyorsunuz. O kadar kendinizi görmemişsiniz ki, yani size söylemiyorum. O var ya, sizin de bildiğiniz insanlar, onlara söylüyorum. O kadar kendinizi görmemiş, o kadar tabiri caizse kendinizi keşfedememiş, kendi yolunuzu bulamamışsınız ki, hasta olduğunuzun farkında bile değilsiniz. Bu arada tekrar söylüyorum, size demiyorum ama kimilerine söylüyorum. O namı diyer sizlere, diyer sizlere. Hasta diyorum çünkü gerçekten bunun karşılığı var disiplin içerisinde, psikoloji içerisinde. Histriyonik kişilik bozukluğu diye bir şey var. Bence bunu ben de Türkiye'de yaygınlaştırmak için elimi taşın altına koymalıyım. Kendim keşfettim. Gerçekten hasta olduğumu düşündüğüm bir insanın tanılarını internete yazdığımda öğrendiğim bir kavramdır bu. En temel ifadeyle ilgi odağında olma ve olamıyor olma durumunda da şiddetli rahatsızlık ve stres hissediyor olma halidir. İlgi arayışı içinde olma halidir. Direks tanımını şöyle yapmışlar, hemen söylüyorum. Bu örüntünün sürekli devam ettiği düşünülmektedir, diyor. Bu örüntü genç erişkinlik döneminde başlamakta ve değişik koşullar altında ortaya çıkmaktadır. Bu rahatsızlığa sahip kişilerin başlayacağı amaçları karşılarındaki kişileri etkilemek ve dikkat çekmektir. Bu kişiler başkalarının düşüncelerinden kolay etkilenebilmekte, bir yandan da diğer kişileri ilgi çekme amaçları doğrultusunda yönlendirmek istemektedirler. Kişiler kendilerini değerli hissetmek için başkalarının ilgisine ihtiyaç duyarak, başkalarını nasıl etkileyeceklerini düşünerek davranmakta ve davranışlarını buna göre planlamaktadır. Genellikle övülmeye ihtiyaç duymakta, başkaları tarafından onanma ve kabul görme arayışı içerisine girmektedir. Bu noktada davranışı planlama deyince benim aklıma başka bir örnek daha geliyor. İnsanı hayvandan ayıran özelliği çokça tartışmışızdır biz derslerimizde ve orada zekayı, aklı, çünkü hayvanların da aklı olduğu söylenir, plan yapmak üzere. İnsan plan yapar. Hayvan plan yapar mı? Evet, yapar. Ben bu konuda hayvanların zekası olduğunu düşünüyorum. Bu sadece avlanmak için değil. Plan kuruyorlar, bir sistem işletiyorlar. Demiyorum ki bu hasta kişiler hayvandır falan yanlış anlaşılmasın ama planlayarak davranmak ve yaşamak ilişkilerde, sosyal ilişkilerde nedenini kabul görür, nedenini görmez, onu da sizin takdirinize bırakayım. Konuyu da çok dağıtmak istemiyorum. Velhasıl historyonik kişilik bozukluğuna sahip kişiler çevremizde çokça var, çokça. Bilhassa sosyal medyanın, yeni medyanın hayatımıza girmesiyle artık herkesin vitrinde olmasıyla, kendini gösterme çabasıyla akıp giden bir ömre sahibiz. Ve öyle kendimizi kaptırıyor, öyle pencereden kafamızı uzatıp dışarı bakmayı seviyoruz ki evin içinden haberimiz yok, kendimizden haberimiz yok. Hep ötekiler gündem. Peki ya birikiler? Nedir peki ötekiyi bu kadar cazip kılan? Ötekiler ne kadar yan apartmanda olup bitenlerle ya da instagram storylerinde gündemimizi meşgul edecek? Avrupa'yı gezen akraba çocukları, yeni araba alan Bora'nın Mercedes kaputunda oturduğu fotoğrafı, yeni işe başlayan Sema'nın Türk kahvesi fincanının yanında duran tebrik mesajları, yeni sevgili yapan Burcu'nun yanak yanağı pozları, hamburger gurmesi Orkun'un mekanlarda paylaştığı smesh burgerler. Belki onlar da diğer ötekilerin hayatlarından, yollarından arakladığı seçme hayatlardan ibarettir bilmiyorum. Biz onları bazen kendimiz sanıyoruz. Bazen öyledirler, bazen öyle sanırız, bazen de değildirler. Ötekiler bazen kendini yetersiz, çaresiz görürler. Kendi olmaya mecalsiz onlar zaten. Kimi zaman birileri onun mecalsiz, çaresiz olduğuna inandırmak için 40 gün yüzüne tekrar bile ediyorlar bu arada. Burada bambaşka bir yere kapı aralamak istiyorum. O kişiler onların öteki olduğu, kendi olamayacağını onlara inandırmak için bazen önlerine kitap koyarlar, al oku derler. Yetmez adına bilim derler. Çalış ve bu bilimin insanı ol derler. O bilim bazen beyaz ırkın siyah ırktan neden üstün yaratıldığını söyleyen bilimdir. Antropolojidir, sosyolojidir. Esarete mahkumiyeti anlatırlar. Seni sen olmadığına, başkası olman gerektiğine inandırmak için çabalarlar. Öyle anlatırlar ki sana, sen de yaratılıştan bunun böyle olduğunu bile düşünür, inanırsın. Çok enteresan bir şey anlatacağım. Konu biraz başka yere gidiyor gibi görünse de aslında ötekiye olan hayranlığımız, ötekiyi kendi zannediyor olmamızın altını doldurmaya gayret ediyorum şu an. Çin, Japonya ve Güney Kore'de yer alan birkaç kurumun adını paylaşacağım şimdi sizinle. Harbin 4 East Institute of Technology, Yungyong University, the Institute of 4 East Studies, Center for 4 East Studies, University of Tayyama. Bu üç kurumun ortak özelliği üniversite içinde kurulan enstitütü olmaları ve isimlerinin benzer olması. Özetle üç ü de Uzak Doğu araştırmaları için kurulmuş ve bu konuda çalışma gösteriyorlar. Buraya kadar ne var canım bunda diye düşünüyor olabiliriz ama ilerleyen programlarda ad koymanın öneminden bahsedeceğim. Şimdi buraya ufacık bir giriş yapmak istiyorum. Kendi ve ötekiyi tanımlamak da adını koymak da burası için oldukça önemli. Çünkü detaylandırmaya ihtiyaç var. Bu bahse konu üç enstitü coğrafya itibariyle Asya kıtasında yer alıyor. Fakat sanıyorum Asya'da olmaları yeterli olmayacak ki zamanın bir deminde birileri onlara uzak olduğunu da söylemiş. Söyleyenlerin kim olduğu, tarihi, kimin yazdığı da bir noktaya kadar kabul edilebiliyor. Aslında edilmemeli ama ne yazık ki edilebiliyor. Eğleyen böyle eylemiş. Sana uzak olduğunu söylemiş. Hatta biz de dahil tüm dünyaya söylemiş. İşte hikaye biraz burada başlıyor. Eğlenen de bunu almış ve kabul etmiş. Kısaca uzak olduğunu kabul etmiş. Gitmiş bir de kendi uzaklığını ve yakınlığını araştırmak için enstitü kurmuş. Öyle ki neye uzak diye soran olmamış ya. Yakın nedir, kimdir diyen olmamış. Kendileri uzak olduğuna böyle inanmışken kim yakınlaştırabilir ki onları? Belki de biz uzağızdır onlara. Bizim yakına gitmemiz gerekiyordur. Onlar için durum karmakarışık bence. Ve bir şekilde uyanmaya, uyarılamaya müsait görünmüyor gibi duruyor. Ne yazık ki. Sanırım biz biraz rahatız o konuda. Çünkü biliyorsunuz dünyanın merkezi çorum. Hiçbir yere gitmemiz gerekmiyordur. Geçenlerde kırşehir olduğuna dair söylentiler de vardı ama ciddi bir kavga var orada. Onlara söylendiği gibi bazen bireyin kendine de ya da bazen bir topluluğa, bazen bir topluma uzak, orta, yakın, siyah, beyaz, latin, melez, iyi, kötü, çirkin denmiş hep bir yerlerde. Ötekileştirilmişler. Bazen baskıyla, bazen kanla, bazen savaşla kendi olamasınlar diye kafalarına sen yalnızca sensin, siz yalnızca sizsiniz. Bizim gibi yaşayamaz, bizim gibi düşünemezsiniz. Sen öteki, siz ötekisiniz diye böyle bir tokmak indirmişler. Sindirilmiş, bastırılmış, sorgusuzlaştırılmışlar. Gerçeklikten izole edilmiş, kimselere dönüştürülmüşler. Mikrofona vurdum sinirden. Yaşadıkları yeri dünyaları bilsinler. Hayatı bununla idare etsinler istenilmiş. Sonra da onlara şu cümle belletilmiş belki. Coğrafya kaderdir. Kendi kaderini istediği coğrafyaya inşa etmektir halbuki önemli olan. Kadere karşı değilim, Allah'ın buyruğu neyse odur. Fakat kader gayrete aşıktır diyor değil mi Yunus Emre? Peki siz niçin gayret edeceksiniz? Ne için? Cevap basit. Aslında çok basit. Kendiniz olmaya, sona ersin istediklerinizi bitirmeye, devam etsin istediklerinizi de bitmesin diye çabalamaya gayret edeceksiniz. Kendinize bir kendi bulacak, kendinizi tanıyacaksınız. Eğer gizleniyorsa bulacak ortaya çıkaracaksınız. Bilemezsiniz. Belki de o kendi bazen toplumun kendisine ya da bir fikre ya da bir ideolojiye dönüşecektir ileride. Sona doğru yaklaşıyoruz. Unutmayın, devam etsin istedikleriniz de sevdiklerinizdir. Alıp kendinizin yaptıklarınızdır. Devam etsin diye eğleyecekseniz bu niyetle eğlenecek olan hep eğlenir. Seveceğinizi seversiniz. Aksi olduğunda kim size bunu sev derse desin sevemezsiniz. Kim size ona sarıl derse desin sarılamazsınız. Hissetmeyi beklersiniz. Başkasından değil, içinizden gelen bir hadi diye ihtiyaç duyarsınız. Ötekiler size hep ötekidir. Bence yakın etmeye uğraşmayın. Onlar hep geçici heveslerden. Yalnızca emaneten birbirine tutturulmuş ama iç işe geçmemiş zincirlerden oluşur. Bazen birileri gelir koparırlar. Bazen düşürür kaybeder bir daha bulamazsınız. Fakat dilediğiniz zaman siz de koparıp atabilirsiniz onları. Bazen üfleseniz bile yeter. Kendinize ait olanları, kendinizin yaptıklarınızı sevmeye sımsıkı zincirlerle bağlamaya gayret edin. Onları yanınıza alın ve öteki yollara değil kendi yolunuza gidin. Sevdiklerinize de neden diye sormayın. Siz sadece sever nedenini bilmezsiniz. Sevmeye neden aramak? Uğruna sevilecek bir şeyler yaratmaya çalışmak. Diyojenin kandili gibidir. Arar ama hiç bulamazsınız. Bir sonraki bölüme de kendinize iyi bakın. Görüşmek üzere.